Tophane’den Kumbaracı Yokuşu’na vurup da İstiklâl’e başını uzattığı vakit, nefes nefese kalmıştı. Biraz soluklandıktan sonra, galerilerin vitrinlerine bakınarak, Odakule’ye doğru yürümeye başladı. Kız arkadaşı Sedef, bir sürprizi olduğunu söyleyip, ısrar kıyamet çağırmıştı buraya. Düşündü, en son ne zaman geldiğini hatırlayamadı bile! Oysa gençlik yıllarında takıldığı akademinin yolları, Nevizade’nin tıklım tıklım kalabalığına ya da Asmalımescid’in anason kokulu masalarına bugünkünden çok daha neşe ve keyif dolu bir süratle çıkardı. Ya şimdi?
Şimdi birçoğunun adını bile hatırlamadığı onlarca arkadaş gibi kişisel hâtıratında topluca bir yer almıştı hepsi. O kadar! Değişen sosyal statüsüne uygun olarak, Nişantaşı Etiler hattında takılıyordu artık. Eski günlerinde kendisini aylar boyu geçindirecek paraya, Fulya’da bir ‘rezidans’ dairesi kiralayıp, o dönemki iç mimar sevgilisi sâyesinde, aslında hiç hazzetmediği gri tonların hâkim olduğu ve her kapısını açtığında laboratuvara giriyormuş gibi tuhaf hisler uyandıran muntazam bir eve de sahip olmuştu. Epey dolgun aylığının yarısı kirasına ve neredeyse kira kadar aidatına gidiyor, geri kalanı ise giyim kuşamına, spor üyeliğine, yeme içmesine ancak yetiyordu.
Sahip olduğu konforlu hayat alışıldık bir hâl aldığından beri, içinde iki farklı sesin çekişip durduğunu hissetmekteydi Emre. Herşeyin sıkıcı biçimde mükemmel olduğu bir dünyada hiç kimsenin sesini duymak için bir çaba sarf etmediğini hissediyor, bu rahatsız duyguyu ise sahip olduklarına dört elle sarılarak geçiştirmekten başka bir yol bulamıyordu.
Sedef’in bahsettiği, yeni açılan, kafenin önüne gelmişti. İçeri girdi. Cam kenarında nasılsa boş bulduğu masaya yerleştiği sırada karşı kaldırıma da, sokak müziği yapan bir grup, enstrümanlarını dizmekle meşguldü. Bir filtre kahve söyledi. Telefonunu karıştırıp, sosyal medyadan birkaç arkadaşına laf yetiştirdi, bir iki resim beğendi. İşyerinden gelen telefona cevap verip de yaklaşık beş altı dakika süren sıkıcı bir konuşmayı bitirdiğinde, karşı kaldırımdakiler de düzenlerini kurmuştu. Saçları upuzun, kendisi ufak tefek, esmer bir kız, kucağında cembe ile yere bağdaş kurmuş, yanında rastalı saçları önüne düştüğü için yüzü seçilmeyen bir genç akustik gitarını tıngırdatıyor, arkalarında ise yuvarlak gözlüklü tombulca bir genç, elindeki iki küçük ahşap tokmakla, santuru akort ediyordu.
Santur ve cembe bir arada olunca, belliydi ki etnik müzik yapılacaktı. Cadde’ye takıldığı yıllarda, müzik yapma aşkıyla yanıp tutuşan ne çok genç tanımış; ceplerindeki üç beş kuruşu Tünel civarındaki stüdyolara gömen, kimi hevesli ama kabiliyetsiz kimi gerçekten özel marifet sahibi ancak hercâi ne çok arkadaşına eşlik etmişti. Kimbilir bu gençlerin de ne hayalleri vardı, tıpkı kendilerinden öncekiler gibi! Gülümseyerek, bu defa alıcı gözüyle baktı. Yok, o kadar da genç sayılmazlardı. Öyleyse tutunamayanlardan olmalıydılar. Yılları, barların gürültücü kalabalığına müzik yapmaya çalışarak geçecek, sonra da gerçek mesleklerine dönemeyecekleri bir yaşa geldiklerinde, bir enstrüman mağazası, tekel bayii filan açıp, buruk bir özlemle yâd edeceklerdi bugünleri… Kendisi de, benzeri bir hayatın kıyısından dönmüştü. Oradan biliyordu.