Spor denince aklımızda sâdece ‘futbolun’ canlanıyor olması, öteden beri çok belâlı bir alışkanlık…
Mamafih hem futbol hem de futbola öykünerek ‘güya’ gelişen ve profesyonelleşen birçok spor branşı, artık sâdece spor olmakla da yetinmiyor.
Spor, başdöndürücü hızla ‘endüstriyelleşiyor’; cips ve kola gibi popüler bir tüketim malzemesine dönüşüyor, ticarileşiyor ve bu gidişâtın sonucu olarak pek tabiî ki ‘kirleniyor’…
Koşmaktan, güreşmekten, ağırlık kaldırmaktan, gol atmaktan, eğlenmekten çok daha başka, çok daha karmaşık ve sonuçta ‘borsaya intikal etmiş bir şey’ oluyor spor. Evinin duvarında babasının fotoğrafının biraz aşağısına Metin-Ali-Feyyaz’ın fotoğrafını asmış kimselerden daha ziyade işbitirici menajerlerin, brokerların oyununa dönüşüyor.
‘Yok canım, o kadar da değil!’ mi diyorsunuz?
Öyleyse hafızanızı azıcık yoklayın:
Tribün ayaklanmaları, antrenman basıp kendi oyuncusunu dövmeler, stadyumlardan sokağa taşan şiddet, TV kanallarını kanser gibi saran argo, bayağılık, çirkinleşen ve ezeli dostlukları yok eden yeni rekabet algısı, kapitalleşme, ülke sınırlarını aşan şike skandalları, değişmez-ölmez bir topluluk ruhunu simgeleyen klasik formaların sezonda bir sil baştan edilerek birer ‘yoğaltım malzemesine’ dönüşmesi ve nihayet sıradan seyirci ile sporun görkemli paylaşımı arasına Çin Seddi gibi ‘şifre’ bariyerleri konduran, perdeler geren bir sektör…
Bir tür vampir düzen…
Kapitalizm karşısında hezimete uğrayan romantizm…
Ne uğrunadır bütün bu yozlaşma?
Quarezma Beşiktaş’ta döktürsün, Anadolu Efes Heurtel’le coşsun, Avrupa’da kupalar alınsın diye mi? Hakikaten de sporu kapitalist endüstriye ve marketing çılgınlığına kurban etmek niye?
Böyle bir bedel ödemeye ne gerek var?
‘Vallahi haberim yok!’ demeyiniz, n’olur! Gücenirim…
Bizi gün be gün eksilten böyle bir değişimin farkına varamadan yaşayıp gitmemiz tek kelimeyle ‘trajedi’ olur…