Yine penceremin önüne gelen dostları sevgi ve muhabbetle selâmlarım. Hoş gelmiş safâ getirmişler. Demli çay ve tuzlu çekirdekler hazırsa hemen başlasın muhabbet. Zira bugünkü muhabbet epey heyecanlı ve entrikalı. 🙂
Size öyle bir yazardan bahsedeceğim ki bugün, çayımın son yudumunu içip, lafımı nihayetlendirdiğimde; sanki kurbağa bacağından iksirler kaynatmışım, muskalar dürmüş, otlara çöplere çaputlar bağlamışım gibi onu okumak isteyeceksiniz. Yâni temennim bu yönde. 🙂
O yazar Romain Gary, nam-ı diğer Emilé Ajar. Bu öyle bir adam ki romanlarıyla hayat hikâyesi atbaşı yarışır vallahi. Litvanya’da Roman Kacew adıyla doğan bir Yahudi imiş. Babası tarafından terkedildikten sonra ana-oğul II. Dünya Savaşı’nın çanları çalıyor iken, “bu çanlar bizim için çalıyor zaar” deyip Varşova’ya, oradan da tası tarağı toplayıp Fransa’ya göçmüşler. Fransız banliyölerinde, gettolarında yoksul bir hayata başlamışlar. Annesi hükümet gibi kadınmış yalnız, bakmış-büyütmüş oğluna itina ile. O büyürken habire sırtını sıvazlarmış; “Ah benim oğlum, aslan oğlum, büyüyünce Victor Hugo gibi büyük yazar olacak benim oğlum” diye. Ömrü vefâ etmedi ama çok yetkin yazar oldu, alayını hizaya dizdi oğlu. Bir de asker olsun dilermiş. Hayatta variyeti az olan bir Yahudi, sahip olduklarına sımsıkı sarılmaz mı, bir dediğini iki eder mi hiç? (Antisemitik söylemler yapıyorsun Banu diye düşüneniniz varsa gözünü oyarım. Antisemitik değil, gerçeğin ve tarihin bizatihi kendisidir, Yahudi itilmişliğinin gerekçeli yargısıdır bu. Hitler mezalimini niye yaşadı bu insanlar? Hitler’e zamanında gık diyemediniz de şimdi bana mı yetiyor gücünüz, hı? J ) Elbette sarılır, elbette ikiletmez. Üstelik de Menora’nın yedi kolu gibi, yedi parmağında yedi marifetle yetiştirerek sarılır. Şimdi böyle söyledim diye boynu bükük, sümüklü edebiyatı yapacağım zannetmeyiniz. Hiç öyle niyetlerim yok. Kendisi romanlarında yapıyor mu ki ben yapayım? Hiç de bile! Onun dili nasıl ki alaylı-patetik ise aynı usûlle anlatacağım ben de onu. Neyse efendim gel zaman git zaman bizim esas oğlanın bıyıklar terlemeye başlamış. Fransız ordusuna katılmış savaş pilotu olarak. Artık nasıl, ne işler becerdiyse orada, Fransız Hükümeti tarafından “bilmem ne madalyası” layık görülmüş kendisine. Önemsemediğimden sebep madalyanın hususî ismini anımsayamadım şimdi. Hem zaten savaşta kazanılan madalya kadar kıtipiyos ödül çeşidi var mı ki? Nedir yâni “Aferin evlâdım, bir avuç toprak vs. için, bin bir zahmetle dünyaya gelmiş, yetişmiş o insanları ne de güzel telef ettin. Al şimdi bu madalyayı, göğsünü kabarta kabarta gez de askerliğin şanı yürüsün. Malûm daha epey savaşacağız, yerimiz dar geldi rahat oynayamıyoruz da…” Peh! Ne riyakârlık ama! Canım sıkıldı bak görüyor musun?L Neyse… Biriniz şu teybe bir “Gabriel Faure” kasedi koysun, “Pavane” parçasını da ayarlasın da keyfimiz tekrar yerine gelsin.
Hah şöyle! Ne diyorduk? Ezcümle, dört başı mamur bir asker olmuş bizim boynu bükük Yahudi’miz. Sonrasında delegasyonlar, konsolosluk unvanları almış yürümüş bizimki. Yalnız kendisi öyle röpteşambırını giyip, elinde purosuyla kurum kurum kurulacak fıtratta insan değil, bu yükselen kariyer bunaltmış onu ve radikal bir karar ile terk etmiş hepsini. Hareket lâzım, heyecan lâzım gelmiş. Bürokratik ıdıvıdılara, “az öte gidin hele ben romanlar yazacağım” demiş. E haklı tabiî kodoman kodoman nereye kadar? Yâni bir yerde ihtiyaç hâsıl olmuş diyelim biz ona pencerem önü sakinleri. Yazmak edimi ihtiyaçtan başka nedir ki?
Romain Gary görmek, Emile Ajar görmek ne mutlu….