“Adımızın sanımızın en yeni ve en minik hâmili
kıymetli yeğenim Ulay’ın dünyamıza teşrifine ithâfen…”
Karanlık ve aydınlık henüz yaratılmamıştı. Ve toprak ve taş ve demir henüz yaratılmamıştı. Sonsuz uzun, sonsuz derin, sonsuz berrak ve sonsuz yalnız bir su vardı. Tanrı vardı; sonsuz suyun üzerinde kara kaz kanatlarını çırparak uçar dururdu. Su ne kadar sonsuzsa o da o kadar sonsuz, ne kadar yalnızsa o da o kadar yalnızdı. Sonsuzluğunun kudreti, yalnızlığını bastırmaya yetmiyordu. Ak Ana onun bu hâlini gördü ve sonsuz suyun içinden başını çıkarıp ses verdi: “Yarat!”. Tanrı, ilhâmın eşiğine geldi. O eşikten ilk geçen toprak oldu; yeryüzünü yarattı, üzerine sıra sıra dağlar dizdi. Toprakta derin çukurlar ve uzun menderesler açıp su ile doldurdu; denizi ve ırmağı yarattı. Sonra türlü türlü ağaçları ve vahşi hayvanları yarattı. İlhâm eşiğinden son geçen insan oldu. Toprağın üzerine her şeyi sundu, insanı kovdu. Bir ağız dolusu çamuru tükürür gibi yeryüzüne kovdu.
Göğün her yerinden, yeryüzünün her yerine kovulan insanlar düştü. Kimi çöl kumlarına düştü, kimi sahrelere çarptı, kimi bataklıkları boyladı. Sıra ona geldi. Ve o, göğün dokuz katını alçalarak boylayıp Altun Yış’ın kör beyaz doruklarına çarptı, eteklerinden kaya gibi yuvarlanarak toprağa serildi. Baygındı ve aldığı darbelerden her tarafı ezilmişti. Gözlerini açıp güç belâ doğrulduğunda etrafına bakındı. Çıplak, sessiz ve acımasız dünyanın içindeydi. Düşünmek yetisi henüz gelişmemişti. Yalnız hisleri ve içgüdüleriyle hareket ediyordu. Bu içgüdüleri onu yürüttü. İçinde bulunduğu dünya kadar çıplak ve sessizdi. Gördüklerini seslerle tanımlayacak kabiliyete sahip değildi. İlk sesi, vücudundaki acıların dürtüsüyle çıkardığı belli belirsiz iniltilerdi. Hiçbir şeyi tanımıyordu. Onun dünya ile tanışmasına vesile olacak tek varlığı bedeniydi. Çıplak ve sessiz dünyanın içinde uzun uzun yürüdü. Yorulunca kendi canıyla tanıştı. Alçak bir tepenin başına oturdu. Rüzgâr çıplak bedenini kamçılamaya başladı. Titredi; rüzgârla ve üşümekle tanıştı. Ne yapacağını bilmiyordu. İçgüdüleri onu koşturdu. Rüzgârdan kaçacağını sanıyordu, ama kaçamadı. Biraz sonra rüzgâra alıştı. Bu kez karnından yukarı doğru, gırtlağına kadar bir boşluk ve uyuşukluk hissi onu zorlamaya başladı. Rüzgârın ortasında sıcak sıcak terliyordu. Acıkmıştı. Ve bu alışılacak türden bir şey değildi. Toprağı çiğnedi, ağaç kabuklarını kemirdi, acı otları çiğnedi, fakat bir türlü açlığını bastıramadı. Bir geyik gördü; ona taş fırlattı, vuramadı. Peşinden koştu, yakalayamadı. Zaman henüz ölçülemeyecek kadar taze ve yeniydi, kaç zaman geyiği kovaladığı meçhul kaldı. Bir vakit sonra uzun ağaç dallarından kaba bir mızrak yonttu. Av pususuna yattı ve mızrağıyla geyiği boynundan vurdu. İlk zaferini kazanmıştı. Yerde kanlar içinde yatan geyiğin başına tünedi. Kaba elleriyle geyiğin derisini yırta yırta, kemiklerini kıra kıra, etlerini kopara kopara yedi. Düşünmek kabiliyeti, bir daha acıkacağını bilecek kadar gelişmediğinden o anki açlığını bastıracak kadar yedi, artanını bıraktı. İlk tanıştığı ihtiyacı doymak olmuştu. Mızrağını geyiğin boynundan söküp önüne koydu. Kendini doyuran mızrağını ululadı ve onun önünde saygıyla durdu. İlk tapınması, kendini doyurana oldu.