Salonun kapıları açıldığında, Halife Mansur önüne çekilmiş abanoz rahledeki bir yığın evrakla meşgul görünüyordu. Hemen yanındaki sedef ayaklı düz rahlede ise tuhaf renkli bir ecza şişesi ile iki ayrı sararmış kâğıt destesi durmaktaydı. Yaşlı fakih, ancak ilim erbabına mahsus bir meraklı sezişle, üsttekinin üzerinde yazan “Sokrates’in Savunması”nı ve altından sâdece küçük bir kısmı görünen diğer destenin ucundaki ”İbn i Mukaffa” mührünü seçiverdi hemen. Acayip şişenin sırrı çözülmüştü. Gülümsedi.
Niyetinin anlaşıldığını gören Mansur da güldü pişkin pişkin. İşi gücü bırakmış, bu tertibatı, büyük bir ihtimam ve keyifle bizzat tasarlamıştı. Sabah hekimbaşını çağırıp, yavaş tesir edecek bir zehir hazırlamasını emretmişti zira yaşlı adamın sarayda ölüp gitmesini istemiyordu. Kufelileri başına belâ etmek, şu ortamda dileyeceği son şeydi. Bu sebeple ikindi namazının ardından, elinde şişeyle huzura alınan hekimbaşına, detayları anlattırmayı da ihmal etmedi. Kurtboğan otundan hazırlanmış zehrin etkisi, bir iki saat içerisinde, üşüme ve titreme nöbetleri ile ortaya çıkıyor, nihayet sinirleri felç edip ölüme sebebiyet vermesi bazen günler alabiliyordu. Bu arada kütüphaneden, istediği tercüme notları da gelmişti. Arap nesrinin inşasında tek başına bir ekol olduğu tartışmasız kabul gören Zerdüşt asıllı ilim adamı İbn-i Mukaffa, Emevilere olan muhalefetinin bedelini, işkenceler ve bir kolunu kaybederek ödemiş, Mansur’a olan tenkitlerinin bedeli ise pek acıklı bir ölüm olmuştu. Basra Valisi, birer birer uzuvlarını kestirip, hem de adamcağızın gözü önünde ateşe attırmıştı bundan yedi sekiz sene önce… İşin üzeri de tam bir siyasî dalavere ile örtülüverilmişti. Muhatabında uyandırmak istediği bütün çağrışımların yerine ulaştığına kani olunca sordu Mansur;
“Kadıların efendisi olarak gireceğin kapıdan ne hâlde giriyorsun! Bir ‘evet’ demeyip de, beni mahvına vesile kılmandaki inat nedir?”
Sözlerinin ve ses tonundaki yapmacık hüznün sebebi, salondaki üç beş kişiye, son ana kadar şefkatli muamelesini koruduğunu göstermekten ibaretti. Yaşlı Fakih’in ise yolun sonunda, lafını esirgeyecek hali yoktu. İstifini bozmadı bile.
“Emevilerin teklifi yanında seninki nedir ya Emir! Onlar bana Beytülmal’in anahtarlarını teklif ettiler. Allah şahit ki Vasıd Mescidi’nin camlarını saymak gibi tehlikesiz bir iş de verseler, kabul etmezdim. Neden? Ahali, bu görevi kabulüme bakıp da yaptıklarını tasvip ettiğim anlamı çıkarmasın diye…”
Sözün burasında soluklandı, bakışlarıyla notları işaret ederek;
“Şimdi ömrümün son demlerinde, sen hep böyle, mâsumların katli için benden fetva isteyeceksin. Ben de sorgusuz sualsiz vereceğim öyle mi?”