3 Aralık’taki Ayarsız toplaşmasına gitme niyetimiz pek yoktu aslında; zîrâ Oğuzhan Murat bir hafta önce Ankara’daydı, ben de şehirlerarası bir yolda elegant bir koltuk söz konusu değilse birkaç saat nâzik kalçamı sabitlemekten hoşlanmıyorum; çünkü plonidal sinüsümün (karabudun kıl dönmesi diye bilir) ameliyat yeri, aradan geçen dört yıla rağmen, kıyıcı bir bergüzâr gibi hâlâ sızlıyor. Neyse; bizi kışkırtan, kısa seyahatimizin röper noktası, Volkan Ekiz’in “49 liraya uçak bileti buldum, aldım kardeşlerim!” demek sûretiyle merkez-i umûmî kararlarını hiçe sayan ferdî çıkışı oldu. Buna çok sinirlendik ve aramızda kendisine elfâz-ı galîze ile epey saydırdıktan sonra trende rezervasyonumuzu yaptırdık. Oysa sâdece trollendiğimiz hakikati yola çıktığımız günün güneşiyle birlikte anlaşılmıştı. Volkan’a boşuna kurulduğumuzu ve bizi tahrik etmekle iyi bir iş yaptığını konuşarak sabah Pendik Garı’na muvâsalat eyledik.
Yeknesak “tıkırt”larla 4 saat süren tren yolculuğu güzel geçti. Eskişehir’den îtibâren karada gördüğüm en yüksek hızla seyrettik: 250 km/h. Bizim vagonda (Vg. 6 / 19a-b) karşılaştığımız ve erkek mi kız mı olduğunu anlayamadığımız androjen bir tip üzerine yarım saat kafa patlatmak dışında herhangi bir ihtilâfımız da olmadı. Bu ayrışma konusunda ise kesin bir sonuca varamadık. Bâzı ayrıntıları hazfederek aktarayım: Olayı, Oğuzhan’ın kendisini tiksintiyle koridora atarak yanımdan uzaklaşma isteği duymasını göze alıp, “Cânım reis, iki türlü de gideri var,” diyerek noktaladım. O da, “Allah belânı vermesin” dedi.
Yeni Ankara Garı’na inmemizden (13.00) birkaç dakika sonra Ömer Faruk Sanal, Servet (Avcı) ağabeyin kitabının satışlarından elde ettiği muazzam kârla sâhip olduğu; fakat fazla da dikkat çekmemek amacıyla külüstür sınıfından seçmeye özen gösterdiği arabasıyla bizi alarak Türkiye Günlüğü’nün Tunus Caddesi’ndeki mâruf idârehânesine götürdü. Buraya en son, 2015’in 15 Mart’ında gelmiştim. Sobayı kurulu görmeye hevesliydim; ama maalesef henüz kurulmamıştı. Mustafa Çalık Hoca gelene kadar haşlama ve bulgurla karnımızı doyurup çaylarımızdan ilk yudumları içtik. Kendisi geldikten sonra da Gümüşhane Kromları olarak bilinen mestur kâfirler hakkında akşam 16.30’a kadar brifing aldık ve yemek sonrasında dönmek üzere sözleşerek Ayarsız idârehânesine doğru yine Ömer Faruk ağabeyin kaptanlığında yola koyulduk. Tabiî Sanal’ın eşsiz şoförlüğü ve navigasyoncu kızın pek de güncel olmamasından mütevellid, Gazi kampusu içinde epey debelendikten sonra dergiyi bulamadığımız için müsâraatla doğrudan yemeğin verileceği Bahçeli’deki Sar Kebap’a yollandık. Böylece akşam 18.00’den biraz evvel, hep karşılaşacağımız ve kaynaşacağımız günü beklediğimiz Ankara’da mukîm kadromuzun supreme unsurlarıyla bir araya gelmiş olduk. En aç arkadaşlar çoktan gelmişlerdi. Alper Ertaş ve hep bir fumetti kahramanı gibi düşündüğüm Veysel Gökberk Manga kurulmuş, saz akorduyla uğraşıyorlardı. Alper’i gördüğümde bıyıkları yüzüne benden daha az yakışan birine, Veysel’i gördüğümde de benden daha şişman birine denk geldiğim için rahatlamıştım. Ortama biraz sonra dâhil olacak olan Kara Kütüphane müellifi Tamer Sağcan da pırıl pırıl kafasıyla benden daha da kel biri olarak benzer bir rahatlama sağlayacaktı. Tabiî bunu ilk defa karşılaştığımız arkadaşlarımızın yüzüne bîtekellüf-i Oğuzâne söylemek doğru olmazdı. O yüzden buraya sakladım.