Şimdi anlatacaklarımı iyi dinle azizim! Çünkü az sonra benden işiteceklerin masal kahramanlarını bile kıskandıracak adamların hikâyesidir. “Kahraman” dediysek, üçgen vücutlu olanları kastetmiyorum. Zira “Kahramanlar hep öyle üçgen vücutlu olmaz…”
Hikâye dediysek hafife alma sakın! Kulağına az evvel gelen ıslık sesi değildi. Yakup Cemil’in revolverinden çıkan kurşun sesiydi, bilesin! Burnuna gelen koku, Kara Kemal’in yaktığı baruttu… Bak bak, az ötede Kumbaracı Yokuşu’ndan Tophane’ye inen sert bakışlı adam Galatalı Şevket, kalpaklı olan da Anadolu’ya silâh kaçıran Yenibahçeli Şükrü… Peltek lisanıyla lafa “bey birader” diye başlayan çizmeli adam ise Çerkes Ahmed… Az önce tetik düşüren de Yorgancı Mustafa’ydı.
Bak, farkında bile olmadan başladım hararetli hararetli anlatmaya. “İyi de nerden çıktı şimdi bu hikâye” diye sen sormadan ben söyleyeyim azizim, bu hikâye Bâb-ı Âli’ye sefertası ile giden postacı Talat’ın sefertasından çıktı.
“Koca sadrazam elinde sefertası mı taşı…”
Dur üstadım, bitmedi daha! Bu hikâye dünyaya Çeğan Tepesi’nden yalın kılınç medyan okuyan Enver’in biricik sultanına gönderdiği “Ruhum Naciyem” diye başlayan mektubun zarfından çıktı.
“Yahu Çeğan Tepesi nereden çık…”
Az sabırlı ol! Bak daha neler neler var bu hikâyede bir bilsen… Sultan Hamid, Meşrutiyet, Trablusgarp…
“Yahu bunlar imparatorluğu parçalayan siyonist uşağı masonlar değil miydi?”
Bak şimdi tadımı kaçırdın işte! Oysa ben sana ulus devlet ateşini yakan adamları, İttihat Terakki’ye ruhunu üfleyen Ziya Gökalp’i, düvel-i muazzamaya rest çekip, kapitülasyonları kaldıran yiğitleri anlatacaktım. Dinleseydin, Balkan Bozgunu’ndan az sonra Osmanlı Ordusu’ndan savaş makinası çıkaran cengaverleri; tarlada çift süren hormonsuz Anadolu çocuklarına en az Simon Efendi kadar para saymayı öğreten Kara Kemal’i işitecektin… “Hey on beşli” türküsündeki on beşlileri harbe ısındırmak için kurulan izci oymaklarını, o çocuklara Türk olduklarını öğreten okulların nasıl kurulduğunu anlatacaktım sana…
“E, iyi anlat bakalım…”
Ha şöyle, ayranım kabarmasın!
Meşrutiyet diyorum ya hu meşrutiyet! Türkiye Cumhuriyeti’nin siyaset laboratuvarı. Cumhuriyet’in fışkırdığı kaynak orası…
İttihatçılar diyorum, hani “Hilal bıyıklıydılar, sustasına basılmış birer çakıydılar.” Dahası da var! Büyük de bir iddianın sahibiydiler. Doğu’da farklı renklerden, farklı tenlerden Asyalı kavimlerin Batı karşısında konumlandırıldığı, mekânın yeniden anlamlandırıldığı, merkezinde de “Türk Kültür Havzası”nın bulunduğu bir iddianın adamıydı onlar… Bak kesmeden dinleyince nasıl da anlattım sana tane tane…
“İyi de hikâyeyi dinleyemedik, hikâye neydi?”
Ha, hikâye mi? Hikâye dediysek hafife alma sakın! Onu da “Bayrak Kalpak Revolver, İttihat ve Terakki Cemiyeti”nden okuyuver sana zahmet…