0,00 TRY

Sepetinizde ürün bulunmuyor.

Türk’üm, Emekliyim…

Hegel’e göre, dinsel duyu ve bilimsel araştırma nasıl meraktan doğduysa, sanat duyusu da meraktan doğmuştur. Kanadalı kültür adamı Robert Fulford ise Hegel’in bu bakış açısına katkıda bulunarak, olayları özetlemenin ve anlamlarını araştırmanın kestirme yolunun edebiyat olduğunu belirtmektedir. Yine Hegel’e göre, “Hiçbir şeyi merak etmeyen bir insan bir ahmak ya da budala durumundadır.”1 Peki ya insan bu ahmaklıktan nasıl arınabiliyor: “Bu durumdan ancak kendini madde ve fiziksel ihtiyaçlardan kurtardığı, doğanın olayları ile sarsıldığı ve onların anlamını aradığı zaman kurtulur.”2 Demek oluyor ki, budalalıktan kurtulmanın yolu Maurice Blondel’in hareket felsefesinden geçmektedir: “Arzularımız, çok kere bizden hakiki arzularımızı gizlerler, insan kalbinde iki kalp vardır; biri öbürünün düşüncelerini bilmez.”3 Buradaki arzularımız, Hegel’in ifadesiyle, madde ve fiziksel ihtiyaçlarımızdır ki mekanik bir ahmaklığa sebebiyet verdiği apaçık ortadadır. Gizlenmiş olan hakiki arzularımız ise merak duygusuna yol açan ikinci kalbimizdedir. İşte hareket buradan doğuyor diyebiliriz.

Ernst Fischer’e göreyse, sanat, hayatın yerini tutmaktadır. Çünkü gerçek veya gündelik hayatımızda tatminsizlik içindeyizdir: “Belli ki kendini aşmak istiyor insan. Tüm insan olmak istiyor… Daha anlamlı bir dünyaya geçmek için çabalıyor… İstiyor ki, benliğinden ötede, kendi dışında ama gene de kendi için vazgeçilmez bir şeyin parçası olsun… Sınırlı benliğini sanatta toplu yaşayışla birleştirmeyi, bireyselliğini toplumsallaştırmayı özlüyor.”4 Nitekim hakikat tek boyutlu değildir ya da izafidir. İnsan kalbinin bir tarafı gündelik yaşamın mekanizmine saplanıp kalırken, diğer tarafı hakiki arzularımızın keşfine meylediyor. Arvâsî bunu şöyle izah etmektedir: “İnsan zihninde sanki hakikat bir tek olmaktan çıkar, çeşitlenir, âdeta parçalanır.”5

Hakikatin parçalanmasıyla birlikte insanın da parçalandığını hatırlatmaya gerek yok zaten. Bergson’dan Tanpınar’a parçalanmışlığın felsefesi yapıldı. Kaldı ki bu parçalanmışlığı yaşayarak öğreniyoruz, hayıflanıyoruz ve ıstırap içindeyiz. Kalbimizi tek taraflı kullandığımızda dengemizi kaybediyoruz. Sanatkâr ise, Arvâsî’ye göre, eser verirken aklın kanunlarını zorlar ve bazen onu kırmaya çalışır. Buradan şunu anlıyoruz; akıl tek taraflı çalışabiliyor, madde ve fiziksel ihtiyaçlarla kendini daraltabiliyor. Ahmaklık ve budalalık dediğimiz şey budur. Gündelik hayatımızda bunu gözlem yaparak denetleyebiliriz. Şöyle ki: Türkiye’nin açmazlarından biri, erken emekliliktir. Bu ülkede 48 yaşında (üstelik de kendi isteğiyle) emekliye çıkmış pek çok vatandaşımız bulunmaktadır. Peki bu genç emekliler ordusu gündelik yaşamlarında hareket etmekte midirler? Türkiye’de birbirini tanıyan iki insan herhangi bir yerde karşılaştığında yahut da yeni tanıştıklarında birbirlerine şu soruyu yöneltirler: “Emekliliğine ne kadar kaldı?”

[vc_cta h2=”Yazının devamı Ayarsız dergisinde” style=”3d” add_button=”right” btn_title=”Abonelik Formu” btn_style=”3d” btn_shape=”square” btn_color=”danger” btn_link=”url:http%3A%2F%2Fayarsiz.net%2Fabonelik-formu%2F|||”]Ayarsız dergisini kitapçılardan edinebilir veya Abonelik formunu doldurarak adresinize getirtebilirsiniz.[/vc_cta]
spot_img

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz