Serdar Selim, elindeki ay yıldızlı pasaportla, Pamukçular Kapısı’ndan içeri süzüldü. İki saat kadar önce Yafa cihetinden girmişti eski şehre. Ömer Meydanı’nın cümbüşlü kalabalığını biraz seyrettikten sonra gözüne kestirdiği bir sokaktan, şehrin hengâmesine karışmıştı. Melon şapkalı, yanlarından ipler sarkan simsiyah cübbeli Hasidiklerin; kipalı, zülüflü çocukların arasından geçip, küçük bir meydan kahvesinde soluklanmıştı biraz. Hafif yokuşlu Via Dolorosa’yı, sırtına vurduğu çarmıhla yürüyen Hristiyan bir hacı adayıyla birlikte çıkmış, Müslüman mahallesine el yordamıyla ulaşmıştı. Yol sorduğu bir Arap genci, kırık dökük İngilizcesiyle açtığı, “Türkiye-Filistin İlişkileri”ne dair bir sohbet eşliğinde, Pamukçular Kapısı’na kadar sâlimen getirmişti genç adamı.
İşte şimdi, binlerce yıldır paylaşılamayan, kutsal kitaplardaki birçok büyük hâdiseye ev sahipliği yapmış, kan ve gözyaşıyla kimbilir kaç kez yıkanmış tepe tam karşısındaydı. Öyle pek dindar sayılmazdı ama yine de içinin ürpermesine engel olamamıştı. Kendisini buraya getiren yollarda, büyük peygamberlerin, anlı şanlı kralların yürüdüğünü hissetmek yeterince heyecan verici olmuştu zaten… Şimdi ise Davud’dan Nebukadnezar’a, İskender’den Titus’a, Ömer’den Richard’a, Selahattin’den Sinan Paşa’ya, Kavalalı’dan Allenby’e yüzlerce yıl arayla, seleflerini, kibir ve zulümle yahut şükür ve adâletle hatırlayarak bakan muzaffer komutanların baktığı yere bakmaktaydı. Kiminin Moriah, kiminin Tapınak Tepesi, kiminin Beytü’l Makdis dediği yere!
Uzun uzun seyrettikten sonra, avluda sağına soluna bakındı. Gelmeden önce biraz araştırma yapmak istemiş ancak klişe ezberlerden başka şey bulamamıştı. İki bin on iki yılının ortalarıydı, köprünün altından onca sular akmış ama hâlâ dört yüz küsur yıl hâkimiyetimizde kalmış bir şehre âit, hiç olmazsa Suriçi’ni gösteren, Türkçe bir harita bile edinmesi mümkün olmamıştı. Otelden çıkarken aldığı, bir tarafı İbranice diğer yanı İngilizce olan harita, pek tabiî ki bilhassa görmek istediği karargâhın, okuduğu hâtıratlardaki okulların, hastanelerin, imaretlerin izine dair hiçbir şey sunmuyordu. Ama içlerinden biri vardı ki, Serdar Selim, tam kırk yıl önceki bu hâtırayı yâd etmeden buradan gitmeyecekti. Önce yeri bulmalıydı.
[vc_cta h2=”Yazının devamı Ayarsız dergisinde” style=”3d” add_button=”right” btn_title=”Abonelik Formu” btn_style=”3d” btn_shape=”square” btn_color=”danger” btn_link=”url:http%3A%2F%2Fayarsiz.net%2Fabonelik-formu%2F|||”]Ayarsız dergisini kitapçılardan edinebilir veya Abonelik formunu doldurarak adresinize getirtebilirsiniz.[/vc_cta]