Ultimo Tango a Parigi (1973). Film bittiğinde, on bire geliyordu saat. Dışarlık Dergisi’nin yayın kurulundaki nüfuzlu, değerbilir ülküdaşlarına söz vermiş, ama epeyce gecikmişti; akşama kadar olağanüstü bir performans sergileyip mutlaka bitirmeliydi yazıyı. Ayaklarını keşmekeş içindeki çalışma masasının üzerinden indirdi. Yavaşça doğrulup, kasası, hoparlörleri tozla, klavyesi çerez, cips artıklarıyla kaplı, emektar bilgisayarını kapattı. Ölüm döşeğindeki bilgisayar susar susmaz, rahatlık hissi veren bir sessizlik çöktü odaya. Plastik çatalıyla, akşamdan kalma kıymalı böreğinden bir dilim daha aldıktan sonra, ufak tefek hazırlıklarını da tamamlayıp başladı yazmaya. Önce, büyük harflerle metnin yaratıcılıktan uzak başlığını attı: “AHLÂK HAKKINDA KISA BİR NOT”. Başlığın altına, yazacaklarını özetleyebilme gücü yüksek bir aforizma yerleştirdi: “İnsanlar iradelerine karşın mutlu edilemezler.”* Ardından -azar azar- gerisi geldi:
“Ne tuhaf: Aradığım ölçülü, dengeli dili, toplumun ezici çoğunluğunca ‘aşırı’, ‘uç’, ‘aykırı’ diye etiketlenen düşünce dizgelerinde buluyorum hep. Meselâ, bu aralar ahlâk felsefesine taktım kafayı. Fena hâlde taktım hem de. ‘Ahlâkîlik’ üzerinde çokça durup düşünüyor, ‘Ahlâkî bir düzen teşkil ederken, dikkate alınması gereken birincil öğe (ölçüt) nedir?’ sorusuna olabildiğince kapsayıcı, ortak akla uygun bir yanıt arıyorum. Sonuç -şimdilik- aynı: Bir sıra dışılığı diğeriyle pekiştiriyor; nihilizmimi, Marquis de Sade’dan esinlenerek, ‘ahlâksız’ bir üst-ahlâk felsefesiyle tamamlıyorum (Burada ‘ahlâksızlık’ sözcüğünü, ‘içinde bulunulan ahlâkî dizgenin dışına çıkmak, ilkelerine uymamak’ değil, ‘hiçbir ahlâkî dizgenin içine yerleşmemek, kök salmamak’ anlamıyla kullandığımı belirtmeliyim). Sınır tanımaz, istenç odaklı, (karşılıklı) rızayı aslî kıstas ilân eden bir ahlâk felsefesi; yâni: Bir öznenin, kendiyle veya başkalarıyla kurduğu ilişkileri ‘iyi’ ya da ‘kötü’, ‘ahlâkî’ ya da ‘gayriahlâkî’ diye nitelendirirken, temel ölçüt ideolojik hudutlar değil, mütekabil irade olmalıdır, diyorum. Peki, neden? Neden ‘sınır ahlâkı’ yerine, ‘istenç ahlâkı’? Neden ahlâkî bir düzen inşa ederken, sınırların, kırmızı çizgilerin değil de, istencin, karşılıklı rızanın merkeze alınmasını öneriyorum? Çünkü: